16 Nisan 2014

Yazarlığa Nasıl Başladım




Otobüsün silecekleri sağa sola hareketler ederken yağmurun hızına yetişemiyor. Yağmur ön camdan hiç eksilmiyor ve şoförü zorluyor gibi görünüyordu. Yolculuk yaparken mutlaka şoför arkasını tercih ederim, yolu takip etme alışkanlığım vardır nedense. Mecbur kaldığımda bir iki sefer arka koltuklara oturduğum olmuştur ama şansımı sonuna kadar kullanırım, hatta yolculuk saatimi değiştiğim olmuştur çoğu kereler bu nedenle. Bir de gündüz yolculuğunu çok sevmem, gece uyumayı tercih edenler çoktur, sessizlik olur otobüste. Fakat gündüz daha bir hareketlilik gözlenir, bu hareketlilik ve sesler hoşuma gitmez. Gece sadece yola bakarım, dikkatimi dağıtacak başka nesneler pek görünmez, bu da benim istediğim şey zaten. Belki de şoförden daha büyük dikkatle izliyorumdur yolu.



Bu sefer gündüz çıkmıştım yola, gideceğim mesafe uzaktı. Günüm ve gecem yolculukta geçecek, sabah varacaktım gideceğim yere. Araba epey yol aldıktan sonra yağmur kesildi. Yağmur böyledir işte, bir kentin bir semtine yağarken diğer semtine hiçbir damlanın düşmediğini görürsünüz. Bölge bölge yağar. Hava durumundaki değişiklikler annemi aklıma getirir hep. Televizyonun verdiği hava durum tahminlerinden daha sağlamdır verileri. Gökyüzüne ileriye doğru bakar, yağmurun yağacağını söyleyiverir aniden, ortalık günlük güneşlikken anlam veremezsiniz ama dediği de çıkar. Yağmuru, rüzgârı, karı, fırtınayı bilir yılların tecrübesiyle. Kendimiz de yıllarca yaşadık, yaşlanmaya gidiyoruz, bu hayat tecrübesi nedense bizde olmuyor hâlâ. 

“ Yağmur durdu.” Diyerek bana döndü yanımdaki delikanlı. Sesini ilk kez duydum, çünkü yanıma geçerken bile bir selâm verip oturmamıştı. Ben de onu yok sayıp hiç bakmamıştım onun tarafına. Zaten gözlerim devamlı yoldaydı. Yine ona dönmeden “Evet durdu.” Dedim soğuk bir ses tonuyla.

“İş adamı gibi bir duruş seziyorum tavırlarınızdan, iş için mi gidiyorsunuz Gölcük tarafına?” Yol uzun olduğundan vakit geçirmek için sohbet açmaya çalışıyor diye düşündüm. Genç ve dağınık, bakımsız üst baş, üstelik bir de selâm vermeye bile tenezzül etmeyen biri olarak gördüğüm bu gençten olumsuz elektrik almıştım işte. Pek sohbete niyetim yoktu. Kısaca “İş adamıyım ama iş için gitmiyorum.” Dedim. Mola yerine kadar da daha hiç konuşmadık.

Mola yerindeki tesisler çok güzeldi. Son zamanlarda yaptığım yolculuklarda en güzel değişiklikler bu tesislerdi. Kaliteli konaklama yerleri, temiz tuvaletler, yolculara gösterilen tavırlar olumlu yönde gelişmelerdi. Eskiden tuvaletlere girmemek için çay veya su içmeye bile korkardım. En büyük ayıbımız olarak görürdüm. Şimdi parfüm kokularıyla tertemiz tuvaletler ve hatta bazılarında sıcak suyu olan lâvabolar. Mola yerinde sıcak bir çorba içtim önce, çok aç değildim ama gece uyumadan oturacağıma göre acıkırım sonra diye biraz atıştırdım. Tuvalete de girdikten sonra marketten iki paket bisküvi alarak otobüse geçtim. Baktım yanımdaki delikanlı benden önce oturmuş, öncelikle dersini vermek için “Selâmün aleyküm” diyerek yerime oturdum. Neyse ki selâmıma karşılık verdi, demek hatırlatmak gerekiyor böyle kendini toplayamamış, hırpani kılıklı gençlere bazen.

“Daha neşeli görünüyorsun ağabey, sessiz sessiz duruyordun, yanında hiç yokmuşum gibi bakmıyordun. Ben de bir konu açıp konuşmaya cesaret edemedim doğrusu.”

“Baktım, baktım. Sen fark etmemişsindir belki.”

“Ağabey, benim şu an fark ettiğim tek bir şey var, otobüse binen genç yaşlı ne kadar bayan varsa kapıdan arkaya geçerken sana gözleri ilişiyor mutlaka. Dikkat çekecek kadar yakışıklı biri olduğunun farkında mısın bilmem? Sende ilk bakışta bile hissettiren bir karizma var. Kadınlardan bana yüzünü çevirip bakan olmadı hiç, kıskandım desem yeri var yani. Benden epeyce büyük olduğun belli ama artist gibisin inan.”

“Ben dikkat etmedim kimin nereye baktığına, sen nasıl gördün?”

“Böyle etrafı izlemezsem, insanların mimiklerine anlam veremezsem nasıl yazar olurdum? Ayrıntılar benim hayatım, genç bir yazarım ve çok dikkatli gözlem yaparım. Mesela ağabey, sizinle biraz soru-cevap şeklinde konuşsak, yeni başlayacağım romanı bu yolculuk ile başlatır ve sizi de romanın başlangıcındaki bir kahraman olarak anlatabilirim. Çalışmam bittiğinde de yollarım size kitabımdan bir tane. Ne için yola çıktınız, hısım akraba ziyareti mi, iş miydi?”

“Söylersem inanacak mısın?”

“Elbette, neden inanmayacağım, siz ne anlatırsanız onu geliştireceğim ben, siz bile şaşırabilirsiniz sonunda.”

“Ben depreme gidiyorum genç kardeşim, depremde yardımcı olmaya.”

“Ne depremi ağabey, Gölcük’te deprem filan olmadı ki, bu otobüs oraya gidiyor.”

“Olmuş bir deprem için değil, on yedi Ağustosta olacak bir deprem için gidiyorum. Şu anda panik yapmayacaklarını bilsem bütün yolculara geri dönmesini söylemek isterdim.”

“Nasıl bilebilirsin bunu? Çok garip biri gelmeye başladın bana ağabey.”

“Bilmiyorum, sadece rüyamda gördüm. Rüyamda orada deprem oldu ve ben çok kişiyi kurtardım. Demek depremin etkilemeyeceği bir yerde kalacağım.”

“Ağabey, şimdi daha çok çekinmeye başladım, kâhin misin, falcı mısın, medyum musun, nedir bu söylediklerin senin?”

“Sen sordun, ben de söyledim işte. Yazarsın artık kitabında, hayal gücünü kullanırsın, depremi bilen adam diye bahsedersin.” Diyerek bıyık altı güldüm. Yanındaki deftere adresimi yazdı. Biraz daha sohbet ettikten sonra nihayet uyudu. Artık gece boyunca yalnızca yola bakabilirdim.

Aradan bir seneden fazla zaman geçmişti, gerçekten bu genç yazar sözünde durmuş, kitabını yollamıştı. O yaşanılan felaketlerden, geçirilen badirelerden sonra aklımdan silinmişti bile bu delikanlı. Kitap gelince hatırladım ve meraklandım doğrusu. Neler yazmış olabileceğini tahmin edemiyordum, çok uzun boylu sohbetimiz olmamıştı. Hemen okumaya başladım elbette.

Dediği gibi, romanın girişini yolculuğumuz ile başlatmış, bana uydurma bir isim vermişti. Öyle tarifler vardı ki “Bu ben miyim?” diye kendimden şüphe ettiriyordu. “Beline kazık çakılmış gibi dimdik duran adam kalın ve çatık kaşlarıyla sürekli yolu takip ediyor, kendisinden başka kimseyi insan yerine koymayan bir eda ile koltuğunda oturuyordu. Kırışmış göz kenarlarını büyük çerçeveli bir gözlükle örtmüş, yanından geçenlere başını çevirmiyor, sanki birilerine tanınmaktan çekiniyor gibiydi. O kadar çirkin ve asabi bir suratı vardı ki yerine oturmak için ön kapıdan giren diğer yolcular ürkek bir bakış fırlatıyorlardı adama. Bu adamın bir şeyler gizlediğinden emindim, onun tepkisini çekmemek ve ağzından biraz laf alabilmek için onu övmeye, yakışıklı olduğunu, tıpkı artistlere benzediğini söylemeye başladım.”

Aman Allah’ım! Hayır, yalandı bu. Beni gerçekten yakışıklı biri olarak gördüklerini günlük hayatımdan biliyordum, üstelik bu genç beni kıskanmıştı hatta. Onu kızdıracak tavırlarım olmuş olabilir belki ama tersinden anlatıyordu çok şeyi. Okumaya devam ettikçe şoka giriyordum az kalsın. Hayal gücünü çalıştır dediğim bu genç yazar kitabın devamında beni canavar bir karaktere dönüştürmüştü. Bunun tek sebebi olabilirdi, benden intikam alıyordu bu genç. Hem kıskançlığından ötürü hem de ona fazla yakın davranmadığımdan ötürü. Sanırım kendisini küçümsediğimi düşünmüştü.

Devamında mı? Kitabın devamında ben bir örgütün üyesi oluyordum. Bu örgütün elinde deprem yapabilecek güçte gizli silahlar vardı. Örgüt üyeleri deprem yapacakları bölgeye hepsi ayrı bir araba ile ulaşıyorlar, ben de onlardan biriydim. Gittiğimiz yerde önce silahları, bombaları yerleştiriyoruz, sonra o bölgeden uzaklaşıp bir otelde toplanıyoruz. Zamanı gelince de silahları çalıştırıp deprem oluşturuyoruz. Sonra bütün örgüt üyeleri olarak ilk yardım kafilesi ekibindenmiş gibi kıyafetler giyiyoruz ve yıkılan binalara koşuyoruz. Amacımız mücevher çalmak ve organ toplayıp satmakmış. Hatta öyle canavarlaşıyoruz ki henüz ölmemiş olanların bile anında organlarını alıp, ameliyat yerini dikiyormuşuz. Başında olduğumuz binadan diğer insanları başka yerlere yönlendiriyormuşuz “Burada biz yardım ediyoruz, siz başka yere gidin.” Diye uzaklaştırıyormuşuz onları. Böylece bir iki binada çalıştıktan sonra ortadan kayboluyormuşuz. Yabancı devletlerle kaçak ilişkiler kurup, organları satıyormuşuz.

Hayal gücünün ve uydurmanın da bu kadarına pes doğrusu! Oysa depremi gerçekten rüyamda görmüştüm ve hazırlıklı olduğumdan çok can kurtarmıştım. Fakat bunları anlatmaktan hoşlanmazdım, içimden geldiği için koşmuştum yardıma. Fakat genç yazarın yaptıklarımdan hiçbir zaman haberi olmamıştı, görüşmemiştik zaten.

Çıldırmak üzereydim, adımı her ne kadar başka yazdıysa da ben olduğumu biliyordum bu hayali roman kahramanının. Bana özellikle yollamıştı. Yazarların kıskançlık intikamları böyle oluyordu demek. Bunları okuduğum an ben de yazar olmaya karar verdim ve ilk öykümde bu piç kurusunu anlatacaktım. Notre Dame’nin Kamburu romanındaki Quasimodo’nun kamburunu sırtına bindirmeye, Hitler’in bıyıklarını burnunun altına koymaya, Firavunların üstten hafif yarık olan enli ve büyük dudaklarını onun dudakları gibi tasvir etmeye, Midas’ın kulaklarını başının iki yanına yerleştirmeye karar verdim. Görsün bakalım ucube yaratmak nasıl oluyormuş. Kitabımda onu devamlı yolculuk yapan ve her yolculuğunda birinin canını alan sapık bir katil olarak anlatacak, bir kitap da ben ona yollayacaktım. İşte bu vesile ile “Seri Katil” isimli ilk kitabımı yazmaya karar verdim. Ben de şimdi bir yazardım ve kesinlikle kitabımdan yollayacağım kendisine.

2012 Müjgân Akyüz







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

1=ipegin erkeğe haram olması 2=altının erkeğe haram olması 3=zina yapanın taşlanaraköldürülmesi 4=erkek ve kadinin sunnet edilmesi 5=kabir a...