15 Haziran 2012

Peygamberdevesi

PEYGAMBERDEVESİ

     Yaz mevsimi işçileri için yapılan ahşap barakalardan birinin karanlık köşesindeyim. Hepsi birbirinin benzeri sırayla dizilmiş odacıklar. Bazıları iki göz odadan oluşan evcikler. İki odalı olanlar aile olarak çalışmaya gelenler için, bizim aile gibi yani. Ağaçlardan yapılmış duvarlarda tahtalar arasında çoğu yerde boşluklar var. Bu hava aralıkları, dışarıdan odanın içini göstermez ama sanki bir dürbünden bakar gibi içerde olan bir kişi dışarıyı gözlemleyebilir. Sola dayandığım duvarda yine başım sola dönük, bu ahşap aralıkların birinden dışarıya bakıyorum. Az önce epeyce sis vardı çevrede, güneş sisleri kovmaya başladı ve ortalık aydınlanmaya, doğa daha net görünmeye başladı. Ellerimi ve ayaklarımı oynatmaya çalışıyorum fakat yok olmuşlar. Onları hissedemiyorum. Sadece kulaklarım ve gözlerim var, en ufak yaprak hışırtısını bile duyuyorum, ışığın içeriye süzüldüğü o aralıktan dışarıdaki tüm ayrıntıyı görebiliyorum. Gözlerimi ileriye, sağa, sola çeviriyorum ve gördüğüm güzellikleri bir kez daha kendi kendime onaylıyorum ” Evet, bu köy gerçekten güzeldi, ama kimler için?”




     Babam mevsimlik çalışmaya gittiği zaman yanında bizi hiç götürmezdi. Annem, ben ve küçük erkek kardeşim köyümüzde kalırdık. Köyde ekecek toprağı olmayan kişiler arasındaydık ve kim hangi işe çağırırsa gündelik giderdik. İlkokul dördüncü sınıftaydım ilk işe gittiğimde. Çalışırken gözlerim annemin elleri üstündeydi devamlı. O nasıl yapıyorsa aynını yapıyordum ve çok çabuk alıştığımı fark ettim. Öğrenmesi zor olmamıştı ama devam etmesi işkenceydi. Oyun oynarken bile canım sıkıldığında “Ben oynamıyorum artık!” Diyebilme hakkım vardı fakat çalışırken böyle değildi. Başımıza kat kat örtüler sarardık güneş çarpmasından korunmak amacıyla. Yüzümüz hep toprağa paraleldi belimizi eğerek çalıştığımız için. Ara sıra elimi belime dayayarak doğrulduğum olurdu, sırtlarımı ovar ve dinlenmek için küçük kaçamaklar yapardım fark edilip edilmediğini gözetleyerek. Yüzümüz yere dönük çalıştığımız halde kapkara olurdu tenimiz güneş altında çalışırken. Ellerimin bu kadar kararmasını anlıyordum ama yüzüm de ellerim kadar kararıyordu. Toprak da güneş kadar yakıyordu demek. Kökleri topraktan söküp çıkardığımızda yüzüme vuran nemli hava kokusu serinlik veriyordu birkaç saniyeliğine. Toprağın altına ne kadar ulaşabilirsem o kadar serinlik vardı ve devamlı o serinlikle buluşmak istiyordum. Sanki hararetimi gideriyordu köklerin dibindeki bu nem. Ekip dikecek toprağı olan bizden daha zengin köylülerin çocukları da bizden farklı değildi. Ağalar eşlerini ve çocuklarını da çalıştırırlardı, ne kadar az ücret öderlerse o kadar kâr olacaktı onlar için. Biz hiç olmasa ücret karşılığında çalışıyorduk, ya onlar? Babalarının ya da kocalarının eline daha fazla para geçsin diye çalışıyorlar, üstelik çalışanların yemeklerini hazırlama görevi de onlardaydı. Bu orta kesimin bizden pek farkı yoktu. Ben ve annem de aldığımız ücreti babamıza verirdik, bunlar da erkeklerinin daha zenginleşebilmesi için çabalıyorlardı.  Bazen onlardan daha da zengin toprak sahiplerine çalışmaya gittiğimizde ağalar ve ağa eşleri arasındaki farkını görürdük. Çok zengin olanların eşleri çalışmıyordu, yanlarında hizmetçileri oluyordu. Çoğu zaman bu daha zengin ağaların eşleri şehirden bir bayandı. Hem köyde hem şehirde evleri olur, yaz mevsiminde köye gelirlerdi. İşte böyle ağalarımız arasında da zenginlik ve yaşam farkları vardı. İlkokulu bitirdikten sonra artık devamlı toprak işinde çalışmaya başladım. Babam mevsimlik işçi olarak başka illere gitse bile annem ve ben köyümüzde ve yakın civardaki köylerde çalışırdık. Civar köylerde çalıştığımız zaman, bizi çalıştıran ağaların traktörleri işçi servisi gibi çalışır, bizleri sabah kendi köyümüzden alır ve çalışma saati bittiğinde tekrar geri getirirdi.  Artık on altı yaşıma gelmiştim ve isteyenlerim de oluyordu evlenmek için. Çok küçük yapılıydım ve kendimi çocuk hissediyordum. Okula gidebilmiş olsam özlediğim bütün oyunları oynamak, kitaplara dokunmak, sınıfı koklamak, arkadaşlarla kucaklaşmak istiyordum. Oysa evlenmemi bekliyorlar benden. Anneme her yalvarışımda bana dayanamıyor, bir şekilde babamı ikna edip evlilik konusunu kapattırıyordu. Fakat en son bu konu konuşulalı aradan bir ay anca geçmiş, yine bir damat adayından söz ediyordu babam. Mutfakta bulaşıkları yıkarken duyduğum sesler üzerine kapıya yaklaştım daha iyi duyabilmek için. Babamın gürleyen sesini duydum “Bu adama olur diyeceğiz, başka laf istemem. Adam iyi para veriyor!” Diyordu. Sonra annemin ağlamaklı sesleri geldi, adamın yaşlı olduğunu söylüyor, “Açlıktan ölmedik ya, çalışıp kazanıyoruz, etme eyleme!” Diye yalvarıyordu babama. Bir tokat sesi yükseldi boşlukta, çok güçlü bir elden atılmış bir tokat. Annemin yanağına yapışan elin sesi kulağımı çınlattı. “Ağlama, kes artık! Bu yaz hep beraber uzak bir şehirde çalışacağız, şimdiye kadar gördüğümüz ağaların içinde en zengini bu gideceğimiz yer. Sizi de götüreceğim, kız da çalışacak. Döndükten sonra da düğün yapılacak. Böyle anlaştım ben ve daha da evde bu konuda bir şey söyleyen olursa dilinizi koparırım, ona göre!”


     İşte bu barakalara gelişimiz ve bu köyde çalışmaya başlamamız böyleydi. Fakat ben sola yaslanmış başımla ahşap duvardaki aralıktan dışarıyı seyrederken neden bunlar aklıma geliyordu şimdi? Ve neden sadece gözlerim hareket ediyor? Çalı çırpıları görüyorum, yeşil otları görüyorum. Bir öbek çalı var barakanın dibinde, gözlerim sabitleniyor çalılarda. Bir hareketlilik var, çalı hareket ediyor. Daha dikkatli baktığımda çalılar arasında çalı rengine uyum sağlamış peygamberdevesini görüyorum. Sallanır gibi ritmik hareketler yapıyor devamlı, önünde bir yeşillik var, onu ısırdığını fark ediyorum. Parça parça koparıyor ve çiğniyor. Biraz sonra kopardığı parça arkaya doğru düştü, ağzında kalan yeşilliği çiğnemeye devam ederken bir ara gözlerini kaldırdı ve arkaya doğru devrilen parçaya baktı. Sonra kıskaçlı ön ayaklarıyla tuttuğu parçayı yemeye devam etti. Düşen parçaya neden baktığını merak ettim, gözlerimi o yana çevirdim. Yalnızca göz bebeklerim hareket ediyor. Bu peygamberdevesinin neden düşen parçaya baktığını anladım gözlerim o yana dönünce. Çünkü arkaya doğru düşen parça da bir peygamberdevesiydi, hâlâ kıpırdıyordu bacaklarından kalan parçaları. Başı kopuktu. Demek ki çalı rengine bürüneni öncelikle eşinin başını yemiş, daha sonra bacaklarını koparmaya çalışıyordu. Arka üstü düşen diğer peygamberdevesi yüz üstü dönebilmek için çırpınıyordu. Çırpındı çırpındı birkaç denemeden sonra yüz üstü dönmeyi başardı. Yürüyordu. Başının olmadığının farkında değil gibi, başsız ve uzun boynunu vakurla yukarı kaldırmış, yoluna devam ediyordu. Daha önce böyle bir doğa olayına tanık olmamıştım. Gözlerim, başsız yürüyen bu hayvanı takip ediyordu. Yanı başımda duranların neler konuştuğuna dikkat etmiyordum o ana kadar. Sonra biri adımı söyleyince seslere dikkatimi vermeye başladım. Gözlerim peygamberdevelerinde, sesleri dinliyordum artık.



“Ne yapacağız şimdi oğlum? Nasıl yok ederiz koskoca kızı? Bu boku yedin madem, niye bir de tutup kızı öldürdün eşşoğlueşşek?” 

“Ben öldüğünü anlamadım ağabey, yere düştü, bayıldı sandım.”

“Geberesice it! Madem bayıldı sandın, niye bırakmadın öylece de bir de hevesini almaya kalktın? Hiç olmasa düşmüş, başını çarpınca ölmüş derdik. Başından akan kanlar kızın saçlarına dolmuş, yüzüne taşmış.”

     Benden bahsettiklerini anlamıştım, geceyi hatırlamaya başlamıştım hatta. Dün midem çok bozuktu, sıcak mı dokundu yoksa yediğim bir şey mi bilmiyorum. Devamlı tuvalete gitme ihtiyacı duyuyordum. Gece yine barakaların az ilerisindeki tuvalete gitmiştim. Tam çıkarken koluma yapışan ve sımsıkı tutan bir el yüzünden öyle korktum ki çığlık atmak üzereyken diğer elin ağzımı sıktığını ve “Sus! Benim, ben Sinan.” Dediğini işittim. Sanki biraz rahatlamıştım ama neden kolumu böyle sıkmıştı anlayamamıştım. Benim gevşediğimi hissetti ki ağzımı sıkmayı bıraktı. “Tuvalete kalkmıştım, midem bozuk.” Dedim. 

“Biliyorum, ben de çevrede geziniyordum, gördüm birkaç kere tuvalete geçtiğini.”

“Yediğim bir şey dokundu galiba ağabey, neyse geçer sabaha. Haydi, iyi geceler.”

“Nereye gidiyorsun? Gel sohbet edelim az şurada seninle. Annenler tarladaki çadırda gece nöbetindeler, sıkılmışsındır. Konuşalım biraz.”

 “Yok, ağabey geçeyim, uykum geldi iyice. Yat kalk sersem gibi oldum.”

“Geç şöyle dedim sana orospu!” Diye bir tokat hissettim yüzümde. Babamın anneme attığı tokatlardan da güçlüydü bu tokat. Çünkü yüzümde patlamıştı, sendeledim, sendeledim ve düştüm. Düşer düşmez sanki bir patlama sesi geldi kulaklarıma, bir sıcaklık hissettim. Gözlerim yavaş yavaş kapanırken düşünebildiğim son şey şuydu. Daha küçüktüm ve henüz hiçbir erkekle el ele dahi tutuşmamıştım. Babam bile saçımın tek teline dokunmamıştı. Erkek kardeşimi sever, başını okşar ama beni asla sevmezdi. Hiç kimsenin dokunmadığı biri nasıl orospu oluyordu? Ağabeyden duyduğum son sözcük buydu. 

     Şimdi de başımda konuşuyorlar ve benden ölü diye bahsediyorlardı. Ölü değildim, en ince detayına kadar her şeyi görüyorum ve duyuyorum. Fakat kıpırdayamıyorum. Acaba nefesim yok mu? Bunu bilmiyorum. Kıpırdayamaz vaziyette durdukça ve nabzım iyice yavaşlamış olacak ki, ölü diyorlar benim için. Oysa konuşanların kimler olduğunu seslerinden ayırıyorum. Ve yine anlıyorum ki ben baygınken ağabey bana tecavüz etmiş. Kâhyanın söyledikleri buna işaret ediyor. Ellerimi kıpırdatabilsem!

“Babana söylemeden olmaz, bizi aşar bu iş. Onun tanıdıkları var, mutlaka halleder ve kızın babasına da biraz para filan verir. Bizim gücümüz yetmez Sinan. Sen şimdi şu kanları filan temizle. Ben babanla konuşacağım, sonra gelirim ne dediğini anlatırım sana.

“Tamam, ağabey, burada bekliyorum seni.”

“Orospu! Ne olurdu sanki sessiz sedasız razı olsaydın da o tokadı patlatmasaydım yüzünde. Herkese verirsiniz verirsiniz, bize gelince hanım olursunuz!”

     Sadece nesneleri ve sesleri ayırt ediyordum o böyle diyene kadar. Şu an kalbimdeki sızıyı da hissettim. Üzüntünün verdiği bir elektrik gibi aktı kalbime. Konuşmak istediysem de olmuyordu. Dışarıya bakabiliyordum sadece. Kuşlar uçmaya başladı, gökyüzünün rengi sızımı durdurdu. Yine yeşillikler arasındaki canlıların hareketliliğine bakıyordum. Otların hafif sallanışı, yaprakların titreyişi, böceklerin uyanmaya başlaması… Sanki sonsuza kadar o delikten dışarıyı seyredecektim.  Odanın sessizliği yeniden bozuldu.
“Baban önce bu dertten kurtulacak çareyi bulacak, sonra da seninle hesaplaşacak. Şimdi beni iyi dinle. Baban kızın babasıyla anlaşıyor şimdi. Babasına yüklü bir para verecek. Kızın babası da karısına gidip, kızının çalışanlardan biriyle kaçtığını söyleyecek. Karısını alıp hemen gidecek buradan, kimseyle konuşmasına fırsat vermeden.”

“Bu kızın ölüsünü ne yapacağız ya?”

“Dur şimdi, anlatacaklarım bitmedi. Beni de telaşlandırma. Ellerim ayaklarım titremeye başladı zaten. Kızın anası babası yola çıkacak, baban bu tarafa hiç sokmayacak onları. Tarladaki çadırda nöbet günleriydi onların bu gece.  Zaten sen de biliyorsun ya kime söylüyorum. Bunu bildiğin için geldin bu gece değil mi it? Baban kızı iyice temizleyin ve boynundan tavana asın dedi.”

“Kız zaten ölü, niye asıyoruz ağabey?”

“Yahu işte kıza tecavüz edildiği için kız geldi kendisini astı, intihar etti, diyeceğiz polise. Ölümünden mesul olmayacaksın. Tecavüz suçunu da kardeşine yıkacaklar. Onun yaşı küçük olduğu için cezası az olacak. Fazla yatmadan çıkacak hapishaneden yani.”

“Babam mı söyledi bunları sana?”

“Elbette baban söyledi, oğlum onlar kim bilir böyle ne badireler atlattı. Sen onun sözünden çıkma, aynen ne derse yapacağız. Zaten başka çaremiz yok. Getir şu urganı şimdi, tavandan beri sıkıca bir düğüm yapalım.”

      Şu an ölmediğimi onlara ispatlayacak hiçbir hareket yapamıyordum. Başımdan kanlar aktığını söylediklerine göre felçli olabilirdim belki. Ya da canım çıkıyordu da bana zaman yavaş yavaş ilerliyor gibi geliyordu. Annemi kandıracaklar, babama en sevdiği şey olan para vereceler. Aslında yaşadığımı ispat etmenin anlamı da yok oldu benliğimde. Gözlerimi de kıpırdatmayacağım işte, yaşıyor olduğumu anlamasınlar.

“Daha sıcak gibi bu kızın bedeni, geceden beri katılaşmadı mı bu?”

“Bilmiyorum ağabey, daha önce hiç yakından bir ölü görmedim ben. Ne kadar zamanda soğuyup katılaşır bilmem ki.”

“Ben de görmedim oğlum, hele böyle hiç tutmadım. Yardım et, boynuna geçirelim şu ipi. Sandalyenin üstüne çıkayım, bana uzat boynunu.”

“Oldu mu ağabey?”

“Tamam, oldu. Şimdi iniyorum, ben inince tekme at sandalyeye.”

     O ana kadar her şeyi görmüş ve duymuştum, sandalyenin sesini bile duydum. Acı hissim yoktu, bu bana ölmeden önce bir lütuftu belki de. Ölüm anımı hissediyor fakat acı çekmiyordum. Gördüğüm son manzara ise yine o içeriye ışığın süzüldüğü delikten gördüğüm; kopuk başıyla yürüyen, boynunu yukarı doğru kaldırmış peygamberdevesiydi. Gözüm o görüntüde odaklanıp kalmıştı. Demek o da az sonra öleceğini bilmediğinden, acıyı hissetmediği için yürüyordu. Belki kafası koparken felçliydi benim gibi. 

2012  Müjgân Akyüz Dündar



1=ipegin erkeğe haram olması 2=altının erkeğe haram olması 3=zina yapanın taşlanaraköldürülmesi 4=erkek ve kadinin sunnet edilmesi 5=kabir a...